Türkiye’nin İlk Özel Güneş Enerjisi Ar-Ge Girişimi…

Mustafa Işık
26 Mayıs 2011

Türkiye’nin ilk özel girişim “Güneş Enerjisinden Elektrik Üretim” amaçlı, araştırma geliştirme faaliyetleri bundan yaklaşık onbeş yıl önce başlamıştı. Bu tanışma aslında o günlerde, bu günlerin bir habercisi gibi, Türkiye açısından hem “yenileşim (innovasyon)” bazlı araştırma-geliştirmenin hem de yenilenebilir enerjinin önemi konusunda bir fırsattı, fakat bunu kavramada malesef başarılı olunamadı. Bu bilgi, sahip olunan teknolojik yapı ve toplam beş yıllık çalışma sonunda elde edilenler çok az kişi tarafında bilinir. Türkiye’de rüzgar potansiyeli belirleme amaçlı olarak normlara uygun ölçüm yapan ilk özel sektör girişimi de yine bu oluşumun içinde olmuştur. Rüzgar enerjisi ve diğer yenilenebilir enerji konularında yapılan çalışmalar ve öngörüler de işin bir başka ilkleriydi, o oluşumun içindeki. O zamanlar bu öngörüleri yapanlar aslında oluşumdan ziyade çalışanlardı, yönetimlerin bu öngörülere yaklaşımı, şartlardan dolayı çalışanların vizyonu ile örtüşemedi. Yapılan çalışmaların, alınan sonuçların, uluslarası düzeyde yapılan rekabette elde edilen başarıların hiç birinin bilinmediğini de biliyoruz. O yıllarda elde ettiğimiz enerjinin, kanun yokluğu sebebiyle şebekeye bağlanmasında da zorluklar yaşanmıştı. Türkiye’nin bundan yaklaşık onbeş yıl önce tanışmış olduğu Çanak-Stirling (Dish-Stirling) Güneş Enerjisi teknolojisinden bahsediyorum. Bu çalışmalarda ülke olarak bulunmak ve bu başarılara katkıda bulunmak tüm arkadaşlarımla birlikte bir gururdu bizler için, fakat bu gurur bu gün yerini burukluğa ve üzüntüye bırakmış durumda. Aynı yıllarda bizim birebir teknik ve teknolojik işbirliğinde olduğumuz, birlikte çalışmalar yaptığımız şirketlerin bugün geldikleri noktalar, kaybedilenlerin şirket boyutundan ziyade tüm Türkiye boyutunda olduğunu daha iyi seriyor gözlerimizin önüne. Örnek olması açısından, yaklaşık bir yıl önce Siemens bu firmalardan birinin belli bir miktarını yaklaşık 235 M$’a satın alarak gösterdi bu işin gelecekteki önemini. Bundan oniki yıl önce bizlere ortaklık teklif edenlerin bugün geldikleri noktaları hiç söylemeye gerek görmüyorum, ama yol aynı idi. Sahip olunan bu fırsatın göz göre göre “Sahipsizlik” ve “Ötekileştirme” sonucunda atıl duruma getirilmesi ve kaçırılmasının, insanlık açısından da bir kayıp olduğunu kanaatindeyim.

Şimdi ise dönüp edinilen bu tecrübeler ışığında, bilgi ve üretim zincirindeki başarıyı engelleyen negatif etkilere farklı bir bakış açısı sunmanın faydalı olacağını düşünüyorum.

İşin proje boyutundaki başarısızlık sebepleri, bakış açıları, kriz yönetimleri ve sonuçların nedenleri üzerinde durmayı eleştirel olmaktan farklı olarak, ders alma amaçlı olarak yapmak gerektiğine inanıyorum. Fakat bu noktada, sahip olduğumuz bu fırsata karşılık; işin kolayına kaçarak, milyonlarla satın alınacak lisanslarla yapılacak üretimleri teşvik etmeye çalışan –ki bunu bile ne kadar doğru yaptığımı tartışılır, tarihi örnekler ortada- ve kuracakları göbek bağları ile sürekli başkalarını semirtmeye devam edecek olanlara, bu işin başka şekilde de yapıldığını ve yapılabileceğine örnek olması amacıyla ifade etmek istedim, bu kısa tarihçeyi.

Türkiye’de neden “yüksek katma değerli ürünler” üretilemediğini sorgularız, yani neden bir elektronik yongayı bir çuval fındık vererek alıyoruz, deriz. Her şeyin değerinde eğer telafisi imkansız “zaman” ölçeği kullanılsaydı, bir sezonda üretilen fındığın, dakikalar süresinde imal edilen bir elektronik yongadan çok çok daha değerli olması gerekirdi. Ancak zamanımızda sahip olunan “biricik (unique)” bilgileri kullanarak yapılan üretimler, ticari olarak kural koyma hakkını elde etmede de bir araç olmuş durumda. Fındık üretirken de, yonga üretirken de bu “biricik (unique)” bilgiyi üretme ve kullanma kaçınılmazdır, aksi durumda varlığınızı sorgular konuma gelebilirsiniz.

Peki yıllardır çalışan çabalayan bir ülke olarak bizdeki eksiklik veya fazlalık nedir ki daha dün savaşlardan kafasını kaldıran nüfusu bize yakın olan bir Avrupa ülkesinin onda biri kadar bile “yüksek katma değerli” üretimimiz yok. “Eksiklik veya fazlılık” ifadesindeki fazlalık, amacın dışındaki tüm öğretim ve bilgi yüklerini kastetme amaçlı kullanılmıştır, zaman ihtisaslaşma ve konusunda en iyi olma zamanıdır. Bu ifadeyi, ezberci ve kayıtsız-şartsız kabulcü öğretim sistemimizin, yüklediği fazlalıklar sonucunda oluşan “mesleksiz vasıflı eleman” kavramı ile de ifade etmek mümkün.

Bu noktada genel olarak sorunun kaynağı olarak, “bilgi” ve “teknoloji” deyip, kısmen çözsek de, sorunun piramitte tepedeki bilgiden, reel üretim tabanına ulaşana kadar geçirdiği bir çok katmanda olduğunu belirtmek daha doğru olacaktır. Bilgiye ulaşmanın ve elde etmenin eskiye nazaran çok daha kolay olduğu iletişim çağımızda, birçok düzeyde sahip olunan bilgi ile üretime dayalı bilginin diğer bir ifade ile tecrübenin (know-how) örtüşemediğini görmekteyiz.

Sahip olduğumuz ve ürettiğimiz onca bilgiye rağmen, aynı seviyede bilgiye sahip ülkelerin neden çeyrek seviyelerinde üretim yapıyor ve sürekli bağımlı kalıyoruz, asıl cevaplanması gereken soru budur. Tüm sebeplerin ve sonuçların bu yazıda irdelenmesi mümkün olmayacağı aşikardır, amaç sadece bu konuda farklı açıdan bir pencere aralamaktır cevap için.

Üretimi ile kimliklendirilen bilginin, üretimde maddesel boyutla doğması, dünyaya gelmesi ve bunun sürdürülebilir olması gerekir. Bunu en rekabetçi şartlar altında gerçekleştirebilmek kazancın oranını belirleyecektir.

“Yüksek katma değer ürünler” üretmek için, klasik ve en bilinen yolun “araştırma-geliştirme” olduğunu birçoğumuz sürekli dillendiririz. Bu söylemde, başta Avrupa olmak üzere tekno-ileri ülkelerin yaptıkları araştırma geliştirme faaliyetlerini ve bütçelerini örnek veririz, onların bu işi nasıl yaptıklarını anlatmak için. Bunlar yapılırken yüzeysel bakışla, bir çok konuyu göz ardı ederiz, en önemlisi de bu işleri yapan insan ile ilgili faktörler, başta eğitim olmak üzere sosyolojik ve psikolojik faktörler. Diğer sektörlerde işgücünü küresel olarak temin etme çözümü tercih edilebilir olsa bile, araştırma-geliştirme de durum farklıdır. Bu noktada önceki yazımızdaki “bilginin kimliği” kavramındaki sorunlar ortaya çıkacaktır.

Tüm bu işleri yapacak çok önemli basit fakat işlevsel altyapı oluşumları da göz ardı edilen bir başka konudur, bunu da “yarı mamul ithali” kavramı ile çözmüş durumdayız zaten. Durum o kadar vahim hale gelmiştir ki, sekiz sıfırlı rakamlarla ciro yapan yerli firmaların ithalat rakamlarını cirolarına oranladığınızda ortaya çıkan tablo bunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Korkarım ki aynı senaryo yenilenebilir enerjide de aynen tekerrür etmeye başladı. Her ne kadar kanuni olarak yapmaya çalıştığımız desteklerle yerli üretimi çekici hale getirmeye çalışsak da, işin altyapı eksikliği bizi bu konuda en zorlayan şart olarak önümüzde durmakta. Bu eksikliği, bilgi-üretim barışını gerçekleştirecek “köprü”ler kurarak aşmak mümkün olabilir.

Oysa yapısal olarak sahip olduğumuz KOBİ’ler bunun için ne kadar uygun bir zemin. İşin en önemli noktası da zaten –ki bizim sınıfta kaldığımız yer bu katman- bu üretilen “kimlikli bilgi” nin reel üretimde doğmasını sağlayacak üretim altyapılarında yani KOBİ’lerde kullanımına olanak sağlayacak “köprü” ler. Diğer bir deyişle çağın bilim düzeyinde ve en az küresel seviyede sahip olunacak bilgi –ki bilgisiz çağ olmaz, her çağın bir bilgisi vardır- donanımı ile üretime yön vermek ve bunu üretilen kimlikli bilgiler ile birlikte sürdürülebilir kılmak.

21. yüzyılda araştırma-geliştirme gibi kavramlar artık “sürdürülebilir” vasfını kazanmak için üçüncü bir ayağa şiddetle ihtiyaç duymaktadır, bu da şimdilik bilgi mesnediyle ortaya çıkan “yenileşim (innovasyon)”dir. Bu üç ayak “yüksek katma değer ürünler” için olmazsa olmazlar olmuştur.

Türkiye bilgi üretimi konusunda, her ne kadar uluslarası düzeyde çok ses getirecek yeniliklere imza koyacak düzeyde olmasa da, kapasitesi, yaptıkları ve katettiği yol ile geldiği nokta itibarıyla geleceğe umutla bakmaktadır. En azından bilinçli farkındalıklar buna işaret etmektedir. Bilgi üretiminde yapılan az fakat verimli çalışmalar ve insanımızın yurtdışındaki yapıları kullanarak aldıkları başarılı sonuçlar da bunun en diğer göstergesidir.

Gelişmiş ekonomilere baktığınızda, üretim ağrılığından ziyade, bilgi ve bu bilgiyi uygulamada kullanarak üretime dökecek know-how bilgisinin önemi açıkça ön plana çıkmaktadır. Hatta bir çok kurum ve kuruluş bunun ihracatından ciddi gelirler elde etmektedirler.

Üniversitelerimizi salt birer bilgi fabrikasına dönüştürüp, işlevsel köprülerle her tür gerçek üreticiyi bunlarla beslemediğimiz sürece mevcut kısır döngülerden kurtulmanın imkan ve ihtimali görünmemektedir. Büyük ve köklü devlet olmanın anahtarı da bundan geçmektedir kanımca, tarih bu konuda en güzel ispat olarak duruyor. Üniversiteleriniz yaşadıkları “sanal (virtual)” dünyayı bırakıp “gerçek (reel)” dünyaya dönmeleri ve bu dünyada yaşamaya devam etmeleri gerekiyor.

Onların bu dönüşü, toplum-bilgi barışını, bu da toplumsal bilinçlenmeyi nihayetinde de hep yaşamaya mahkum edildiğimiz kabukları kırıp, insanlık adına daha faydalı ve tüm alemdeki canlılara daha fazla yaşama şansı verecek nesillerin yetişmesinin önünü açacaktır.

Bu bilgisizlik ve bilinçsizlik bulanıklığından medet umanlar, zaaflarının esiri olmuş insanlığı tüketici yığınlar haline getirerek köleleştirmekte ve bu düzeni aynı bilinçsizliğe özgürlük olarak lutfetmektedirler. Bu düzenin tasviyesini bu düzenin kurucularından beklemek ne kadar mantık dışı ise, onların sağlayacağı bilgi ve bilinçle bunu gerçekleştireceğini sanmak da o kadar ahmakçadır. Uzun zamandan beri elimizden düşürdüğümüz bilgi sancağını feraset ve arafetle tekrar elimize alıp dalgalandırmanın zamanı geldi de geçiyor bile.