İklim Önümüzdeki Yaz Neyi Vuracak?

Önder Algedik
17 Şubat 2014

2014 yılına kuraklık gündemi ile girdik. İlgili bakanlar açıklamaları ile durumu yumuşatmaya çalıştı. Bakanların açıklamaları ne iklim değişikliği mekanizmalarını ne de kuraklığın boyutunu bizlere açıklamıyor. İklim değişikliği ile mücadele politikasının yokluğu ve bilgilerin eksikliği ise önümüzdeki dönemde yaşanılacak olaylara karşı önlem alma şansımızı zayıflatıyor. Bu durum, senaryosunu fosil yakıtların yazdığı bir filmin en aksiyonlu sahnesinde oynadığımız anlamına geliyor.

Kuraklık Gıda Üretimini Etkileyecek

Filmi izlemeden önce, kamunun raporlarına bir göz atalım.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü kuraklık haritaları son 12 ayda ülke genelinde olağanüstü, çok şiddetli yada hafif kuraklığın hüküm sürdüğünü ortaya koyuyor. Hatta Kasım 2013-Ocak 2014 dönemini kapsayan 3 aylık haritasında ise, kuraklığın kış aylarında da devam ettiğini ortaya koyuyor. Yaz aylarında gıda üretimi verilerinin ortaya çıkması ile filmin gelecek karesinin ciddiyetini öğrenmiş olacağız. Öğreneceklerimiz bununla da sınırlı kalmayacak.

Meteoroloji Genel Müdürlüğü Şubat 2013-Ocak 2014 kuraklık haritası

Kuraklık Kentleri Vuracak

Tarımda yaşanacak rekolte düşüşü kent yaşamını doğrudan etkiler. Son zamanlarda daha fazla gördüğümüz gıda spekülasyonları, yokluk nedeniyle bir kat daha fazla hayatımızı etkileyecek. Bu durum, kent yaşamı için ciddi bir sıkıntı olacak. Belki özveride bulunup gıda ürünleri ithalatına kaynak ayrılabiliriz. Böylece sorunu biraz ileriye atabiliriz. Ama asıl sorun, kentlinin, kent hizmetlerinin ve de sanayinin su ihtiyacını nasıl karşılayacağımız. İstanbul’un günde 2,5 milyon m3, Ankara’nın da 1 milyon m3 su kullandığı dikkate alındığında, kentlerde doğadan çekilen suyun zaten çok yüksek olduğu görülecektir.

Bir de barajların doluluk oranlarını inceleyelim. İSKİ’nin verilerine göre, 10 Şubat 2013’de barajlar yüzde 79,4 oranında dolu iken, 2014’de bu oran yüzde 31,62’ye düşmüş durumda. Ankara için durum pek farklı değil. ASKİ verilerine göre, 9 Şubat 2013’de yüzde 41,18 olan doluluk oranı bir yıl sonra aynı gün yüzde 35,05 mertebesine düşmüş durumda. Kısaca, 2007 kuraklığından bu yana barajlarda en düşük su seviyesine sahip olduğumuz bir dönemdeyiz.

Asıl kötü olansa, barajlara gelen yağışların azlığı. Ankara’da barajları besleyen su miktarı bir önceki yılın aynı dönemine göre neredeyse üçte birine düşmüş durumda. Yani, barajlara gelen suyun çok daha fazlasını kentlerde tüketeceğiz.

Bu kareye bir de son yılların daha sıcak geçtiğini eklememiz gerekiyor. Sadece Ankara için verilere baktığımızda, 2000 yılından sonra her yılın ortalamalardan daha sıcak geçtiğini görürüz.

1961-1990 ortalamasına göre Ankara’nın yıllık sıcaklık ortalaması ( Doğu Anglia Üniversitesi, İklim Araştırma Birimi,CRUTEM4 data seti)

Resim bu kadar net iken, şimdiden su kullanımını azaltan önlemlerin neden alınmadığını sorgulamamız gerekiyor. Araba yıkamanın yasaklanması, çim sulamanın engellenmesi, yüksek su tüketen ve kritik olmayan endüstrilere yönelik kararlar hala alınmış değil. Bütün umutlar gelecek yağışlara bağlansa da, o yağışların pek de hayırlı olmayacağını, iklim mekanizmaları açısından iyiye işaret etmeyeceğini de görmek zorundayız.

Kuraklık ve İklim

Bilim dünyası, iklim değişikliği ile beraber geçmişte yaşanan aşırı hava olaylarının sıklığının ve şiddetinin artacağını uzun zamandır çeşitli raporlarla ortaya koyuyor. Yani, aşırı bir kuraklık ardından aşırı yağış ihtimalinin artacağı anlamına geliyor. Zaten son yıllarda artan sel felaketleri bunun önemli göstergelerinden biri.

Burada asıl sorun, böylesi aşırı olayların arka arkaya gelmesi ile nasıl bir iklim felaketleri mekanizması ile karşı karşıya olduğumuz. Böylesi risklerin olası sonuçlarına dair filmin senaryosunun tehlikeli mekanizmasını biraz tasvir etmeye çalışalım:

1- Uzun ve şiddetli kuraklık neticesinde toprak üstü bitki tabakası zayıflar.
2- Olağan yağışları beklerken, iklim değişikliğinin etkisi ile, ani ve şiddetli yağmurla karşılaşırız. (Nitekim, son yıllarda bir dizi kentte aylık toplam yağışın neredeyse 1-2 saatte yağdığını gördük.)
3- Ani ve şiddetli yağışlar, zayıf toprak tabakasını daha kolay tahrip eder ve üst tabakasını süpürür.
4- Doğa tahribatı ile gücünü kaybeden, betonlaşma ve asfalt yüzünden geçirgenliği kalmayan yüzeye gelen yağış, emilmediği için akmaya başlayacak, sel ve beraberinde toprak örtüsü kaybını bir kez daha hızlandıracak.
5- Böylece yüzbinlerce yılda oluşan toprağın organik tabakasını çok kısa bir sürede kaybedebiliriz.
6- Şiddetli yağmur kar gibi toprak yüzeyinde tutulamayacağı için, doğal bitki örtüsüne faydası kısıtlı olur.
7- Artan sıcak hava dalgaları ile de mevcut organik üst toprağın bozulması da hızlanabilir.
Kısaca tehlikeli mekanizmayı böyle tanımlayabiliriz. Bugün yaşadığımız süreç salt bir kuraklıktan öte, “insan kaynaklı iklim değişikliği” kaynaklı aşırı hava olaylarının daha sık ve daha şiddetli yaşanması ve sonuçlarının yaşam dengeleri açısından yüksek riskler taşıması anlamına geliyor. (Detaylar için; Fosil Yakıtlar, iklim felaketleri: Bağlantıyı kurdunuz mu?)

Enerji Krizi yolda

Gıda ve tarımı etkileyecek sahneleri anlattıktan sonra asıl soruna gelelim. İklim değişikliği konusunda hiçbir hedefi olmayan Türkiye, 1990-2011 arasında iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını yüzde124 arttırdı. Üstüne bir dizi duble yol, kent için otoyol, havalimanı, HES ve termik santrali projeleri eklemeye çalışıyor, doğanın tahribatını hızlandırıyor. Bütün bu politikalar ekonomi adına yapıldı ve “enerjiye ihtiyacımız var” denilerek hızlandırdı.

Bütün hidroelektrik santrallerinin bu yaz çalışamaması? gündemde. Deniz kenarında olmayan termik santrallerin de çalışmaması gerekebilir. Su ile soğutulan bu santraller doğadan su çektiğinde, havzanın altında bulunan yerleşim ve doğanın da suyunu “çalmış” olacak, yaşamak için su azalacak ya da kalmayacak. Gelinen noktada, belki de ilk defa, “bir kilowatt saat enerji ile bir bardak su”arasında tercih yapıldığını görebiliriz.

Filmi kim çekecek?

Türkiye’de politikacılar iklim değişikliğine karşı savaşım noktasında hep kulak tıkadı. Gelinen noktada Türkiye’nin bir adım atacağını beklemek, hele hele bugün yaşadığımız sorunlar ayyuka çıkmışken, hayalcilik olacaktır. Politikacıları beklemek yerine artık şirketler, yerel yönetimler, topluluklar kendi iklim eylem planlarını ve risk planlarını yapmalı, hızla da hayata geçirecek adımları atmalı. Böylece olası riskleri nasıl azaltacağımızı, iklim değişikliğine karşı yerel ve kurumsal politikaları nasıl hayata geçireceğimizi görebileceğiz.

Yoksa, iklim felaketleri filminin hızlanan karelerinde baş rolü almak zorunda kalacağız.