Güneş Enerjisi! Ama Nasıl…?

Mustafa Işık
2 Temmuz 2011

Küresel enerji evrimleri kaçınılmaz olarak, -biraz geç de olsa,- ülkemizi de cazibesi altına almış durumda. Bundan yaklaşık 15 yıl önceki gelişmelere ve süreçlere bakıldığında, özellikle rüzgar ve güneş enerjisinin bu kadar kısa sürede bu yükseliş trendini kazanması, bundan sonraki yükselişin daha hızlı olacağının habercisi gibi sanki. Özellikle son yıllarda güneş enerjisinde ham madde başta olmak üzere, diğer kalemlerdeki ucuzluğa bağlı olarak maliyetlerin düşmesi ve karbon bazlı enerjilerin öncekine göre daha pahalı duruma gelmesi, güneşin cazibesini daha da artıracağını gösteriyor.

Teknolojik açıdan, yapılan araştırma ve geliştirme faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan, potansiyel olarak ürün haline gelmiş ve ticari mal olarak rekabet edebilecek seçenekler -bilgi kirliliğinden arınmış olarak bakıldığında- çok fazla değildir.

Mevcut fotonik ve ısıl güneş enerjisi (elektrik) sistemlerinin iki önemli açıdan çok iyi irdelenmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum: Bunlardan ilki, kullanılan teknik ve teknolojinin araştırma ve geliştirme evrimini tamamlamış, “güvenirlilik” ve “dayanıklılık” testlerini başarı ile geçmiş, kısacası kemale ermiş olması. İkincisi ise sistem maliyetinin, yatay ve dikey alternatiflere göre uygun ve makul bir noktada olması ve bunu en azından “katlanılabilir seviyede sürdürebilir kılması”.

Özet olarak bir sistemi kurmak ve çalıştırmakla, üzerine araştırma geliştirme yapmak ve geliştirme fazında olan bir sistemi enerji amaçlı kullanmak çok farklı işlerdir. Enerji üretiminde kullanacağınız sistemlerin enerji kaynağındaki dengesizliklerin dışında, sistemin çalışma güvenirliliği açısından, birincil vasıfta olmalı ve enerji arzını en yüksek düzeyde sağlayabilmelidir.

Kamuoyunda -bir çok konuda olduğu gibi- özellikle güneş enerjisi konusunda, araştırma geliştirme fazında olan bir çok teknik ve teknoloji uygulanabilir olarak görülmekte, sanki rüzgar türbini gibi, satın alınıp rahatlıkla kurulabilir ve işletilebilir olarak düşünülmektedir. Geliştirme faaliyetlerinin en yoğun yaşandığı sektörlerden olması hasebiyle, enerji konusunda çıkan tüm yeni gelişme haberlerini toplumsal olarak, hemen yarın kuruluverecekmiş gibi görme alışkanlığımızdan vazgeçmeli, bu haberlerinin çoğunun toplum mühendisliğinin bir argümanı olarak kullanıldığını göz ardı etmemeliyiz. Çok önemli olduğunu düşündüğüm, geçmiş süreçteki gözlemlediğim bir gerçeği paylaşmak isterim:

Önceleri güneş enerjisi araştırma geliştirme faaliyetlerindeki kullanılan teknik ve teknolojileri sınıflandırırken, en önemli ayraçlardan biri kapasite idi. Çünkü kapasiteye göre, maliyet bakımında her bantta farklı teknik ve teknolojiler avantajlı duruma gelebilmekteydi. Küçük, orta ve yüksek güç kapasiteli uygulamalar olarak yapılan sınıflandırmalarda, rekabet gücü ve verim açısından en yüksek olan ürünler sınıflarında avantajlı olarak tercih edilmekteydi. Geçmişi çok öncesine dayanan fotonik yöntemler, ürün olarak yukarıda bahsetmiş olduğumuz kriterleri fazlasıyla sağlamakta iken özellikle orta ve yüksek kapasite uygulamalarında fiyat açısından rekabet edemez duruma geliyor, yerini kaçınılmaz olarak yeni fiyat makul alternatif arayışlarına bırakıyordu. Kaynak olarak güneş ısısını kullanan, mevcut ısıl çevrim sistemleri ile elektrik üretimini gerçekleştirecek alternatifler, orta ve yüksek kapasitelerde fiyat açısından fotonik sistemler ile fazlasıyla rekabet avantajına sahip idi.

Fakat günümüzde, fotonik temelli sistemlerin çekildiği maliyetler, bu dengesizlikleri tamamen ortadan kaldırmış, fotonik sistemleri 50 MW üstü kapasitelerde kurulmayı mümkün hale getirmiştir. Çok hızlı teknolojik gelişmelerin yaşandığı güneş enerjisi sektöründeki bu değişim ve avantaj yarışında, bugün çok pozitif olarak görünen bir tekniğin, yerini yarın daha iyisine bırakabilmesi ihtimali çok uzak değildir. Yukarıda kullanmış olduğumuz “katlanılabilir seviyede sürdürebilir kılması” ifadesi, bu dengesizliklerin oluşturacağı sonuçlara tahammül düzeyini kastetmek için kullanılmıştır.

Fotonik ve ısıl sistemlerin teknik üstünlük ve zayıflıklarının, rekabet sınırlarının ve gelecekteki tahayyüllerinin çok değişken olduğunu hepimizin görmesi ve adımlarımızı bu değişkenliğe uygun yapıda “tashih-i bilgi (kimlikli bilgi)” temelli olarak atmasının gerekli olduğunu düşünüyorum . Üstelik bu değişkenliklerin çoğu zaman, yaptığınız yatırımların amortisman süreçlerinden bile kısa sürede olabileceği riskini de düşündüğümüzde, atılacak adımın, “kırk ölçüp, bir biçme” mesabesinde olması gerektiği kaçınılmaz bir gereklilik olacaktır.

Atılacak adımların “önemini”, yapılacak teknik ve teknolojik yatırımların sadece “maliyet” çerçevesine indirgemek yerine, yasal yeniliklere, uygulamalara ve uygulamaların oluşturacağı “her türlü etkiye” genişletmek çok yerinde olacaktır.

Ülkemizin son on yıllık süreçte yenilenebilir enerjide planlamadan lisanslamaya, inşaattan üretime yaşadıkları ortadadır. 2007 yılında alınan rüzgar enerjisi lisans başvurularında yaşananlardan iyi ders çıkarmak ve bundan sonraki uygulamalarda köklü ve suistimale açık olmayan yöntemleri uygulamaya koymak gerektiği kanaatindeyim. Bu durum “kör kuyulara atılan taşların çıkarılması” işinin yeterince yükü olan makamlara yüklenmesine ve işin içinden çıkılmaz bir hal almasına engel olacaktır. Geçen “zaman”, kaybedilen en önemli değerdir. Zaman açısından, ona yükledikleriniz sizin kazançlarınız, zamansız yaptığınız tüm işler ise kayıplarınızdır. Geçen 4 yıllık süreçte gelinen nokta hepimizin malumudur. “Kayıplar” ve “Kazançlar” açısından resme büyük olarak bakarak, “Ülkemizin ve insanlığın” olarak, algılanması gerektiğini düşünüyorum.

Bu “önemin” değerlendirmesini, kişisel yaklaşımlara bağlı güç ve bencillik ihtiraslarına bırakmak yerine, “bilgisel normlara” bağlı oluşturulacak bir “siyaset” (politika değil)” ile “her türlü etkiyi” içine alacak bir usul ve anlayışla oluşturulacak yapılar ile yapmak ve bu yapıları sürdürülebilir kılmak gerektiği kanaatindeyim. Bu oluşturulacak yapılardaki çok boyutlu parametrik yaklaşımları da ancak “kimlikli bilgi” ile yaptığımız takdirde, ortaya çıkacak “kimlikli sonuçlara” güvenerek benim diyebileceğiniz mekanizmaların oluşturabileceğini düşünüyorum.

Zihniyet ironisi…

“Yenilenebilir enerjiyi üç kelime ile ifade edebilir misiniz?” diye sorsalar, herhalde büyük çoğunluğumuzun kullanacağı ilk sözcük “zararsız!” olacaktır. Göreceli olarak çok büyük çerçevesi olan bu sözcüğü kullanırken ilk meful-u muhatabımız, bencilliğin bir sonucu olarak, kendine hükmetme iradesine muhtaç “insan”dır. Diğer muhataplardan “çevre“, ne yazık ki, ancak toplumların ulaşabildiği duyarlılık seviyesinde, insanoğlunun ihtiyaçlarının aksine çağdaş ihtiraslarına göre şekil almaktadır. Bunu sonucu olarak bir toplumda yapılan çevresel etki etütleri yıllarca sürüp binlerce sayfa tutarken, bir diğer toplumda bir günde, bir sayfa ile olabilmektedir.

Aslında işin temelinde insanlığın kültürel yozlaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan, “insan” ve “çevre” ayrılamazını, “bireyselleşen egoist insan” olgusu ile kopartan ve insanı sadece kendi güdü ve tutkularının kölesi haline getiren materyalist, ithal-yerli melez değişimlerin payının çok büyük olduğunu düşünüyorum. “çıkar”, “tutku” ve “materyalizm” üçlüsünün birbirine bağlı olduğu bir düzeyde, “akıl”, “bilgi” ve “mana” dan bahsetmek ne kadar zordur. Oysa “insan” ve “çevre” kavramlarını kullanırken bile bir “dışlayıcı” ayrımsallık ironisi yok mudur ifadelerimizde? İnsan çevreden ayrı düşünülebilir mi? Ekosistem içindeki her detay birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Bu ayrımsallığı yapanlar ve farkına varmayanlar, yaptıklarının bedellerini, hoyratça dışarılaştırdıkları, gasbettikleri hak sahiplerinden yedikleri tokatlarla, kendilerini ve tüm insanlığı “müntehir” konumuna getirmekle ödeyeceklerdir.

İnsanlığın, kendi öz ve manasına kör, akıl ve bilgi gerçekliğinden uzak, kilitlendiği karmaşık çıkar ve ihtiras çıkamazlarında kıvranan, manayı maddesel boyutun dışında algılayamayan, kendinden başkasına “hak” tanımayan bu zihniyetten bir an önce kurtulması ve gerçeklerle yüzleşmesi gerekmektedir. Bu yüzleşmeyi sadece yenilenebilir enerji ile sınırlamak yerine, konaklamadan beslenmeye, seyahatten iletişime hayatın her alanında yapması gerekiyor. Yargı haline gelen, “düşüncesiz doğrular”, insan olmanın gerektirdiği tüm detaylar ile tekrar irdelemeli, tüm ezberler bozularak sorgulayıcı olarak akıl ve mantıkla, bilgi süzgecinden tekrar tekrar süzülmelidir. Bu işi sürdürebilir olarak yapmaya başladığınız anda, sınırınız sadece vizyonunuzu koyabildiğiniz zamandır. Güneş enerjisi başta olmak üzere tüm enerji yaklaşımlarında ve hayatın tüm yelpazesinde, daha sistematik ve köklü çözümler için bu sürece şiddetle ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

“Hazıra dağ dayanmaz…”

Rüzgar enerjisine göre, çok daha fazla araziye ihtiyaç duyan güneş enerjisinde kullanımın daha hoyratça olacağını tahmin ediyorum geçmiş yaşananlardan. Bu uygulamalarda gözlerin ilk adımda hangi arazilere dikileceği de hepimiz tarafından malumdur. Bazılarının “bu araziler zaten başka amaçlı olarak kullanımı (mesela tarım) mümkün değil, atıl hiç olmazsa işlevlik kazansın” şeklindeki yaklaşımlarını, detaya girmeden “toprak bilincini” salık vererek, “enerjisiz yaşanabilir, topraksız?” sorusu ile baş başa bırakmak isterim. Elbette enerji üretmek için arazi de kullanılmalıdır ve kullanılacaktır, bizim derdimiz “nasıl?” ladır.

Küresel uygulamalara baktığınızda, mevcut yerleşimlerdeki atıl alanların kullanımı her zaman ilk sıralarda yer almakta, “dağıtık üretim” felsefesinin paralelinde “yerinde üretim ve tüketim” olgusu ile bir yandan yerel kaynaklar değerlendirilirken diğer yandan kayıpların önüne geçilerek, “çoklu fayda” sağlanmaktadır.

Mevcut yapılar değerlendirilerek gerçekleştirilecek BIPV (Building Intgrated PhotoVoltaic) uygulamalarının yasal süreç açısından ilk olması ve önünün açılması gerektiği kanaatindeyim. Bu işlemin sektörel açıdan, bir çok “görünmezin” tecrübe edilmesini sağlarken, arazilerin “enerji üretimi” adı altında “verimsiz mekanik yığınlara” dönüşmesini de engelleyecektir. Yerleşim yerlerindeki her türlü atıl alanlardan uygun olanları bu iş için kullanabilir, bunun önünü açacak, herkesin bu yatırımları yapmasını sağlayabilecek geleceğin “dağıtık üretim” yapısına uygun yapılar, daha fazla geç kalmadan oluşturulabilir. Bundan sonra yapılacak yeni yapılaşmaların elektrik projelerinde, binalara gömük olarak, bu sistemler kanuni olarak desteklenebilir.

Daha düne kadar, dünyada güneş enerjisini en yüksek kapasitede kullanan Türkiye’nin, yaklaşık 30 senedir gerçeği olmuş su ısıtma sistemlerinin, artan milli gelir ile paralel olarak gelişerek, çatılarda eğreti gibi olmaktan çıkıp, binalar ile gömük ve daha verimli olarak, ortam ısıtma ve soğutması da dahil daha geniş işlevselliklerinin kazanamadığı bir yapıda, BIPV uygulamalarından nasıl söz edilebileceğini de düşünüyorum.

Diğer yandan, beton kaleler gibi çağdaş hapishanelere dönüştürdüğümüz konutlara, küresel bakışta, -avrupada- vicdanların tavuklara bile layık görmeyip yasakladığı kafes yaşantısını özendiren, bir damla yeşile hasret, ergonomi yoksunu, enerji doymazı yığınlara nasıl BIPV entegrasyonu yapacağımız da, bir başka soru ve sorun.

Asıl itibarıyla her türlü uygulamanın yapılabileceği bu konularda, yukarıdaki tespitleri, “düşüncesiz doğrulara” dayalı ezberleri bozma, fark edilemeyen “normal anormallere” dikkat çekme amacıyla yapma gerekliliği hissettim….

Türkiye’nin sorununun “enerji” mi? yoksa “enerjilenme” mi? olduğunun takdirini size bırakıyorum…