Bilginin Kimliği…

Mustafa Işık
26 Nisan 2011

Nükleer tartışmalarının gölgede bıraktığı depremin, yaralarını sarmaya çalışan Japonya, depremden ziyade nükleer enerji santrallerinin oluşturduğu felaketi, bir taraftan kontrol etmeye çalışırken, diğer taraftan oluşan psikoloji ve kamuoyu endişesini hem kendi içlerinde hem de tüm dünyada gidermeye çabalamakta. Her ne kadar seviye kavramları ile insanlara kötünün iyisi gibi açıklamalar yaparak, daha ölmedik bu mücadeleye devam edeceğiz dese de sonuçların vehameti ortada.

Bu oluşan durum, bir anda insanlara önceki olan Çernobil’i bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirtti. O gün de aynı endişeler oluşmuştu, ama kimse alternatifler konusunda bu kadar çok bastırmamıştı. Bu manzaraların bir süre sonra tekerrür etmeyeceğinin de garantisini kimse veremiyor.

Herkes, güvenliğin güvenliği kavramlarını konuşmaya devam ederken, güvenlikte senin ki, benim ki gibi nitelemeler ile adeta bir yarışa girmiş durumdalar. Kimileri bu yarışta kendince bildikleri ve yönlendirmeler ile nükleeri savunan tarafta,”hayatta her şeyin bir riski vardır, kaçınılmaz olan, bu riskleri kabul etmek ve güvenliği alarak yola devam etmek gerekir” derken, kimileri de kendince bildikleri ve yönlendirmeler ile “alternatifleri varken neden bu işlere giriyoruz” diyor. Bu tartışmalar sadece ülkemizde olmuyor, aynı format ve çerçevede tüm avrupa da ve dünyada olmakta. Olaylar Almanya’da, son yılların hükümetlerini oluşturan kemikleşmiş yapıların yerlerini zirve yapan yeşillere bırakmasına yolaçmış durumda bile.

Eğer terazinizin ve referanslarınızın doğruluğundan emin değilseniz, tarttığınızın doğruluğunu savunmanın yanlışlığı aşikardır. Sonuçta hepimizin farklı ağırlıkları tartacak kapasitede de olsa bir akıl terazimiz mevcut, o zaman sorunun kaynağı referanslardadır, yani baz alınan bilgilerde. Bu konudaki yakarışları kimi zaman ‘bilgi kirliği’, kimi zaman ‘dezenformasyon’ gibi dile getirenlere hepimiz şahit olmuşuz, hatta bu kavramlardan kendimiz bile muzdarip olup dillendirmişizdir. Tüm bunların dışında bir de ‘bilginin kimliği’ kavramı var. Bilginin referanslık düzeyinde darası diyebileceğimiz bir kavram bu. Yani bilginin kimlik sorgulamasını iyi yapabilirsek, yapacağınız tartı, aklın toleransları çerçevesinde doğruya en yakın sonucu verecektir. Ama bu sorgulamayı doğru şekilde yapamazsak yapacağımız tartı sonuçları her zaman yanlış olacak ve en kötüsü de bizi yanlış yönlendirecektir. Doğruluk arayışı içinde yaptığımız istişare ve tartışmalar, biçare kıvranışlar olarak sürekli bizi bir başka belirsizlik girdabına sokacaktır.

Bilgiyi üreterek kimliklendiremiyorsanız, başkalarının ürettikleri bilgilerin kimliğini sorgulamak ve elde ettiğiniz sonuçların da risklerine katlanmak zorundasınız.

Yenilenebilir enerji konusunda tüm dünyada ve ülkemizde olanlar özellikle son yıllarda bir çoğumuzun yakından veya uzaktan bir şekilde bilgi sahibi olmasını sağladı. Fakat bu sahip olduklarımızı kimliklerinin sorgulanarak tekrar mizandan geçirilmesinde fayda olacağına inanıyorum.

Son yüzyılda olan ve günümüzde de devam eden tüm senaryoların baş aktörü hep enerji olmuştur. Enerjinin küresel etkisini algılama açısından insanoğlunun kendine bakması yetecektir. Bu hayatın vazgeçilmezini en az zarar ile üretme ve kullanma çabaları sonuçta insanlığı yenilenebilir kaynaklara ve bu kaynakların mevcut teknikler ile kullanımınına yöneltti. Fakat bu yönelimde yine sistematik teammüllere uyulması kaçınılmaz olarak bu sektörü de diğerleri gibi senaryolarda yerine oturtmaya ve rolünü oynatmaya başladı.

Bu aşamada olması gereken kimlikli bilgi ve doğru kararları alacak mekanizmalar ile bir yandan bilginin üretimi yapılırken, diğer yandan bu bilgiler ışığında yapılacak sistem çözümleri ile üretime geçilmesiydi! Yenilenebilir enerji konusunda bilgi ve buna dayalı teknoloji üretiminiz yok ise, veya bunun altyapısı konusunda ne üniversiteleriniz ne de ar-ge kuruluşlarınız küresel anlamda rekabet edecek düzeyde katkılar sağlayamıyor ise yatırımlarda daima tüketici ve tükettirilen konumunda zarar etmeye mahkumsunuz.

İşin asıl can yakan tarafı, bu konularda biz kendi bilgi ve tekniğimizi üretebileceğimiz mekanizmalar ile harcayacağımız paraları, balık almak için değil, balık tutmayı sağlayacak yapılara aktarmayışımız. Eğer bu mekanizmaları ve sistematiği kuramaz isek başkalarını tuttuğu balıkların yanısıra, balık tutmayı öğrenme masraflarını da karşılamak zorunda kalırız, günümüzde olduğu gibi.

Tüketici bazlı ekonomilerde, tüketimi kullanmanın ve bundan kazanç sağlamanın bir sanat olduğu söylenir, bu sanatı en iyi icra edenler hep kazanırlar, kazançlarının faturası karşılıklı fayda prensibince tüketicilere çıkar. Sanatın icrası zaten bunu gerektiriyor, özellikle yenilenebilir enerjide de durum farklı değil.

Enerji vizyonu açısından, enerji çeşitliliğinde yenilenebilir enerji seçeneğini kullanan bir tüketici konumunda olmaktan ziyade, enerji seçeneklerinin temellerini ve tekniklerini kendisi üreten ve kullandıran bir ülke olunmalı. Türkiye bunu yapabilecek nitelikte güçlü bir ülkedir ve yakışanda budur, daha geç olmadan bu konuda ciddi yapılanmalar ile küresel rekabete girilmeli ve yeni birliktelikler ile lokomotif ülkeler arasına katılınmalıdır. Aksi halde hep tüketen olarak yazılan senaryolarda bize biçilen rolleri oynamaya devam ederiz. Senaryo yazan olmak lazım bütün mesele burda, buna talip olmak lazım.

“Tehlikeli bir zamanda yaşıyoruz, insan kendine hükmetmeyi öğrenmeden, doğaya hükmetmeyi öğrendi!” – Schweitzer –