Avrupa ve Türkiye’nin iklim politikaları ne kadar farklı?

Özgür Gürbüz
21 Mayıs 2012

Durban’daki Taraflar Toplantısı’nın üzerinden altı ay geçti. Küresel iklim değişikliğini durdurma niyetindeki ülkeler Almanya’nın Bonn kentinde toplandı. 25 Mayıs’a kadar sürecek toplantılardan çıkacak kararlar, Katar’da yapılacak 18. Taraflar Toplantısı’na (COP 18) dair umutları arttıracak veya azaltacak. Bonn’daki toplantı kritik çünkü bu yıl sonunda Kyoto’nun ilk yükümlülük dönemi bitiyor. İkinci yükümlülük dönemi 2013’te başlıyor. Bonn’daki toplantıda ikinci dönemin beş mi yoksa sekiz yıl mı süreceğine dair bir karar alınması ve yeni anlaşmayla ilgili yol haritasının belirlenmesine çalışılacak.

Her şey toz pembe değil. İkinci dönem yükümlülük alacak ülkelerin sayısında azalma var. ABD yine ortada yok, daha önce elini taşın altına koyan Kanada, Avustralya ve Japonya bu defa sorumluluk almaktan kaçıyor. Bu durumda Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya’nın kendilerine azaltım hedefi belirlemeleri de sürpriz olur. Avrupa Birliği’nin (AB) tek umudu 2015 yılına kadar masadan kaçan ülkeleri yeniden biraraya getirecek yeni bir formül, anlaşma metni bulmak. Protokolün Ek-1 listesinde yer almalarına rağmen sorumluluktan kaçan bu ülkeler ikna edilinceye kadar da mevcut mekanizma (Kyoto Protokolü) sürdürülmek zorunda.

Peki, hedefi AB’ye tam üyelik olan Türkiye ne yapıyor? Bugüne kadar izlediği iklim politikası AB ile ne kadar uyumlu? Bu noktada geçmişe bakıp, politik mücadelenin lideri AB ile Türkiye’nin seragazı emisyonlarının kısa bir analizini yapmak faydalı olabilir. İşin özeti ve temel farklılık şu: AB seragazı emisyonlarını azaltarak Kyoto hedefini yakalarken Türkiye hedef almamanın verdiği rahatlıkla seragazı emisyonlarını hızla arttırıyor.

Bildiğiniz gibi AB-15, Kyoto Protokolü’nde ortak bir hedef aldı; 2012 sonuna kadar 1990 yılındaki emisyonlarını yüzde 8 oranında azaltma hedefi. 15 ülke, kendi içinde farklı sorumluluklar alarak ortalamada yüzde 8’i tutturma sözü verdi. 2010 sonu verilerine göre AB 1990 yılına göre emisyonlarını yüzde 11 oranında azaltmış. Yüzde 8’den daha fazla. AB-15 içerisinde bazı ülkeler hedeflerine ulaşamasa da Fransa, Almanya, İsveç ve Büyük Britanya’nın hedeflenenden daha fazla azaltım yapması ortalamayı kurtarıyor. Türkiye ise 1990-2010 yılları arasında yüzde 115’lik bir artışa imza attı. Buradan çıkan sonuç şu: Hedef olmayınca durum kontrolden çıkıyor. AB ile Türkiye’nin arasındaki en büyük fark bu.

Sektör bazında ele aldığımızda hem benzerliklere hem de farklılıklara rastlıyoruz. AB-15’de enerji sektörü 1990 yılında 3 bin 278 teragram (Tg) seragazı emisyonuna (CO2 eşdeğeri) neden olurken 2010’da bu rakam 3 bin 42 Tg olmuş; yaklaşık yüzde 10 azalmış. Türkiye’de ise azalma değil, iki kattan daha fazla (132’den 285 milyon tona çıkmış) bir artış var. Avrupa enerji sektörünü karbonsuzlaştırırken biz tersini yapmışız.

Endüstriyel işlemler sonucu ortaya çıkan seragazı miktarı AB-15’de yüzde 25 civarında azalırken bizde üç kattan fazla artmış. İki enerji yoğun sektörün payı büyük, demir-çelik ve çimento. Örneğin, Türkiye’de çimento sektörü güçlenirken Avrupa’da güç kaybetmiş. İki tarafta da tarımsal faaliyetlerden kaynaklanan seragazı miktarı azalmış, bu da herhalde AB’nin tarım sektörünü küçültme politikalarının Türkiye’de de uygulanıyor olmasından kaynaklanıyor.

Çok fazla konuşulmayan ama oldukça önemli olduğunu düşündüğüm bir zıtlık ise atıklarla ilgili. Türkiye’de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken Avrupa’da 1990-2010 arasında yüzde 20’lere yaklaşan bir azalma eğilimi var. Avrupa’nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği söylenebilir. Türkiye’nin mevcut iklim politikalarının AB’nin aksine olumsuz sonuçlar doğurduğu ve ters yönde bir eğilime sahip olduğu ortada.

Türkiye’nin dikkat etmesi gereken bir başka başlık da ulaşım. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığı çok konuşuluyor ama otomobil reklamlarının medya kuruluşları için yarattığı cazibeden mi bilinmez, bu bağımlılıkta petrolün payı ‘nedense’ hiç konuşulmuyor. Karayolu ulaşımı Türkiye’nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 88’ini oluşturuyor. Havacılık hızlı artışıyla tehlike sinyali veriyor, ulaşım sektörü içerisindeki payı şimdiden yüzde 6,75’e ulaştı.

Bu hızlı artış bir altyapı ve beraberinde yaratılan bir kültürün (duble yollar, havaalanları) sonucu olduğu için ciddi tehlike arz ediyor. Enerji santrallerini daha az karbon üretenlerle değiştirmeniz tüketiciyi rahatsız etmez, onların ilgilendiği ihtiyaç duydukları elektriğe kavuşup kavuşmamaktır. Otomobile, uçağa alıştırılan tüketiciye trene veya bisiklete bin dediğinizde ise buna direnebilir; alışamayabilir. Dikte edilen otomobil kültürünü reddetmek zor. ABD’nin Kyoto konusundaki en büyük tereddütü, emisyonları azaltmak için alınacak tedbirlerin aslında hızlı tüketime dayalı yaşam biçimini değiştirmeye zorlayacak olmasıdır. Avrupa ise bu tüketim kültürüne daha mesafelidir. Bu yüzden de uyum sürecinin ilk aşaması daha az sancılı geçiyor.

AB ile Türkiye aynı yolda yürüdüğünü iddia ediyor ama birçok konuda olduğu gibi iklim politikalarında da farklı şarkılar söylüyor.