İklim Değişikliği Politikalarına Giriş – 2

Farız Taşdan
11 Mayıs 2011

Sera gazı emisyonlarının sınırlandırması ile ilgili olarak 1992 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin (BMİDÇS) aksine, 1997 yılında BMİDÇS’ye taraf olan ülkelerce kabul edilen Kyoto Protokolü, BMİDÇS’de ek-1 ülkesi olarak tanımlanmış ülkelere bağlayıcı yükümlülükler getirmiştir. Türkiye de BMİDÇS’nin ek-I ülkesi olarak tanımlandığından, Kyoto Protokolü imzalandığında kendisinden emisyon azaltım yükümlülüğü alması beklenmiştir.

Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne taraf olması tartışmalarında, çok büyük maliyetle karşılaşacağı, sanayisinin bu yükü kaldıramayacağı tezleri öne sürülmüş, protokolün sanayi üzerindeki yükünün 60-100 milyar AVRO’larda olacağı kanısına varılarak, Türkiye’nin Kyoto Protokolüne taraf olması 2009 yılına kadar ertelenmiştir. Bu maliyet tezlerini ortaya atanlar, Türkiye’nin ve Türkiye gibi ülkelerin sera gazı salımlarını durdurucu faaliyetler içine girmemesi durumunda nasıl bir maliyetle karşılaşabileceğini hiç düşünmüşler midir?

Emisyona neden olan kaynakların kullanımına bir an önce sınırlandırma getirilmemesi durumunda bütün dünyanın karşılaşabileceği sosyo-ekonomik maliyetin farkında mıyız?

Endüstri Devrimi öncesi 280 ppm’de (ppm-milyonda bir parçacık) olan atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu, Mart 2011 tarihi itibari ile 392,4 ppm’ye ulaşmış durumda. 1950’nin sonlarından beri atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunu ölçen Charles David Keeling’in kurduğu Scripps CO2 programının araştırmalarına göre 400 bin yıllık dünya tarihine baktığımızda atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu hiçbir zaman günümüzdeki kadar yükselmemiştir. İklim değişikliği konusunda çalışan bilim adamlarına kulak verdiğinizde sera gazı salımlarının bu şekilde devam etmesi durumunda, küresel ısınmaya bağlı olarak, bizi pek de parlak bir geleceğin beklemediğini duyacaksınız. Çok iyimser olan IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) tahminlerine göre 21.yüzyıl sonu itibari ile yeryüzündeki ortalama sıcaklık artışı 1,1 ila 6,40 santigrat derece arasında değişecektir ki bu da pek çok iklim değişikliği felaketini beraberinde getirecektir.

Fosil yakıtların neden olduğu iklim değişikliklerine henüz doğmamış nesillerimiz hazır olacaklar mı acaba?

Türkiye’nin, yazının başında bıraktığımız durumuna dönersek; BMİDÇS’de gelişmiş ülke statüsünde değerlendirilen ve emisyonlarını azaltması beklenen Türkiye, 2001 yılında 7. Taraflar konferansında, gelişmiş ülkelerden farklı durumunun göz önünde bulundurularak, emisyon azaltması gereken ülkeler kategorisinden çıkartılmasını takiben 2004 yılında, BMİDÇS’ye, 2009 yılında da Kyoto Protokolüne herhangi bir yükümlülük almadan taraf olmuştur. 2009 yılından beri üst düzey iklim değişikliği görüşmelerine katılan iklim değişikliği müzakere heyeti, Aralık 2010 tarihinde, Cancun’da yapılan 16. Taraflar konferansında, statüsünü değiştirilmesine ek olarak bir adım daha ileri giderek, iklim değişikliği etkilerine açık olan Türkiye’nin destek alma şartlarını taşıdığını not ettirmiştir. Bu karar, Türkiye iklim değişikliği politikaları açısından çok önemlidir. Cancun görüşmelerine kadar Türkiye’den emisyon azaltılması beklenirken, bu karar Türkiye’nin iklim değişikliği etkilerine karşı uluslararası destekten faydalanabileceğinin önünü açmıştır. Emisyon azaltımları için Türkiye’den beklenebilecek olan ise, tüm gelişmekte olan ülkelerden beklendiği gibi emisyonlarını izlemek, raporlamak ve doğrulamak olacaktır. Tabi ki emisyon artış hızının yavaşlatılması da hem Türkiye iklim değişikliği politikalarının hem de uluslararası konjonktürün hedefidir.

Emisyonları izlemek ve emisyon azaltımlarını yavaşlatmak iklim değişikliği etkilerini sonlandıracak mı? Ne yazık ki hayır. Daha ciddi adımların atılması gerekiyor. Bu çerçevede, Türkiye’nin de emisyona neden olan sektörleri daha radikal azaltım hedefleri için hazırlaması gerekmektedir. 2012’den hemen sonra olmayacaksa bile, 2020’den sonra emisyona neden olan sektörlerin kontrol altına alınması gerekecektir. Hazırlık aşamalarında pek çok kişi sanayiye gelebilecek ağır maliyetleri hatırlatarak, emisyon azaltım hedeflerinin alınmaması gerektiğini iddia edeceklerdir. Fakat bu tarz tartışmalarda maliyetlerin bugünkü olağan durumuyla değil, tedbir almamanın maliyetiyle karşılaştırılması gerekmektedir. Herhangi bir önlemin alınmaması ve emisyonlara devam edilmesi durumunda meydana gelebilecek iklim değişikliği etkilerinin maliyetini göz önünde bulundurmamızın zamanı geldi artık.